30 Ağustos 2009 Pazar

SIKIŞMIŞ RUHUM BEDENİMİN İÇİNE!

Şu koca dünyada eni boyu daracık bir mekân vermişler; sığ sığabildiğin kadar. Oraya koysam olmuyor, buraya koysam durmuyor. Bir de bununla baş etmeye akıl diye bir bekçi koymuşlar; aman! kaçmasın kabından diye...

Eh! Anormal değil; bu kadar ıvır zıvır rüyalarla baş etmeye çalışmak. Yine sabaha karşı fırlamışlığım var yattığım yerden. Gece olmuş, arabama atlamış, güzel güzel arkadaşımdan kalkmış eve gelirken belliydi;
’Hayat ne güzel; iyi kullanırsan’ diye geçirmiştim içimden. Bir kaç gün önceden bile belliydi; arabada takmışım ipod’umu, dinlerken müziğimi teybimi çalan hırsıza inat, ölüm geldi aklıma. ‘Şimdi ölüp gitsem bu son dinlediğim şarkı mı?’ diye içlenmiştim.

Ondan mıdır nedir, içimde bir his iki gündür: hayat ne güzel aslında!

Derken sabaha karşı, fırladım yataktan. Elime aldım bir sigara, odanın ortasında öyle boş boş bakarken, geldi aklıma: ’Ay ne kadar sıkışmış bu ruh bu bedenin ardına!’

Nerden çıktı bu rüya şimdi: öyle ağlamıyorum da, ciddi ciddi düşünerek bir yerden evime gidiyorum.
Dur eve bir gideyim, üzerimi değiştireyim, herkesi arayayım, bir vedalaşayım! (meğer bir sebepten ölecekmişim ve bunu bana söylemişler). O kadar sakinim ki; ‘ne giysem ölürken, yok efendim eski püskü olsun da nasılsa atılacak da’, ‘Aman şöyle iyi bir banyo yapayım, şimdi herifin biri yatırıp yıkayacak, amannn! Off! ne sinir bozucu’ diye söylene söylene gidiyorum eve. Sonra, şunu mu arasam, bunu arasam mı, ay uzun zaman oldu, ne derim ki şimdi, ay dur şunu arayayım
Çok üzülür şimdi!
Ve sonra çok uzaklarda biri geliyor aklıma (eğer ölümden sonra bir yaşam varsa birazdan yanına gideceğim biri) ama rüya bu ya, o uzaklardaki birini ararsam onun gittiği yerden çok pahalıya konuşuluyormuş ve ben vazgeçiyorum.
Niye mi? Ben ölünce gelecek telefon parasından!
Allah allahh.

Ulan ara!
Ulan ara ve öl!
Ulan giy üstüne ne giyersen; ne önemi var.
Ulan ölüyorsun! Yat çamurlara kirlen; nasılsa yıkayacak o herif taşın üstünde!
Ulan bir sus!
Ulan kadın öl bir adam gibi; rahat rahat!

Yani anlayacağınız, bir ölümü, bir rüyada ben beceremedim. Bir türlü adam gibi ölemedim!
Hadi hepsini geçtim; ulan be beynim, bu bir rüya, yap ne yapacaksan, gör ne göreceksen!

Uyandım ve bu saatte (05.10 sabah namazıyla) kalktım. Odada sigara içerken ‘Hay!’ dedim ‘canı sağ olasıca ruhum ne sıkışmışsın sen o küçücük bedene.’
Şu bekçin bir olmasaydı da sıkıldıkça çıkıp çıkıp gezip gelseydin; beni de bir rahat bıraksaydın.
Ne güzel olmaz mıydı?

Haydi, bakalım hava da aydınlandı!
Yat uyu uyuyabilirsen!


30/08/2009
05:10

19 Şubat 2009 Perşembe

Nasılsın, iyiyim, ya sen!

Bazen sadece bir histir; gitmek, ardından üzülmek,
arabanı oraya buraya sürmek.

Bazen, orada duran her gün ki vazo zannederiz insanları; her gün ki karım, her zaman ki kocam, üniversiteli bebeğim, senelerdir annem, asırlardır babam...
Aman! Hepsi aynı arkadaşlarım, Uf! Bildiğim hayat, hep geçtiğim yolum,
kolum, bacağım, elim, yüzüm, her gün ki hayat, aynı ben.

Ta ki eskilerden biri çıkana kadar karşımıza;
- Ne kadar değişmişsin!
- AA! sen de! Tanıyamadım valla...
- AA! evlendin mi? Çocuk? Ne çabuk geçmiş hayat!
- Sen neler yaptın? Amerika’ya mı? AAAA! Ne zaman? Valla doğru, şiven bile değişmiş, annaaa

Ne bu şimdi!
Ne garip insanlarız biz. 70 milyon ne kadar benziyoruz birbirimize ve
her karşılaştığımızda şaşırıyoruz tanımadım valla diye.
Nasıl bir oyun ki bu, nasıl bir yalancılıktır bu.
Kimse farkında değil mi acaba. Çok değişiyoruz biz, yaşlanıyoruz, yeniden doğuyoruz. Her gün başka akşamlar olup yeni bir gün başlıyor hâlbuki. Farkında mı değiliz acaba. Değişen bir işimiz, yollarımız, arkadaşlarımız, annelerimiz ve babalarımız var.

Hayatın monoton ve sıkıcılığından, kendini aynı hissedenlerden bahsediyorum. Kimse söylemedi mi size; çok değişmişsin, baksana yüzüne,
şu çizgin var mıydı veya böyle bir gülümsemen, dışarıda ki araban, evin, karının saçları, kocanın yeni parfümü, sevgilinin aşkı, çocuğunun burnu, elinde ki telefon, teknoloji...

Hayat aynı, her gün aynı şeyler diyen insanlardan bıktım artık.
Hayat bırak aynı kalsın, sana ne, sen değiş. Zaten değişmişsin farkına var bari. Söylenme çık başka iş bul, sevgilini değiştir, başka birine âşık ol, sat arabanı başka bir araba al, yazıl bir kursa, al eline bir harita çık dağlara, hatta in dağdan aşağı. Hayat senin gitmediğin yerlerde değişir, hayat yapmadıklarında farklı; yazın hiç gitmediğin deniz soğuk, hiç tanışmadığın insanlar değişik, başkalarının patronları asıl kötü, başkalarının kocası çirkin, başka çocuklar çok yaramaz,
evleri dağınık, yemekleri kötü...

Dön, bir bak annenin suratına. Memesini emerken yüzünü okşadığın saçlarını çektiğin, koşarak kucağına atladığın annen mi?
Baban, ‘git bana mutfaktan su getir’ dediğin baban mı?
’Param yok ver’ dediğin, yüzüne kapıları çarptığın baban mı?
Ya sen?
Annenin; ‘bu aksam dışarı çıkmak yok!’ dediği misin?

Sende değişiyorsun, hayatta. Tek değişmeden orda öylece duran
içinde kullanmadığın hislerin, cesaretin, anıların, geçmişin, geleceğin. Sen onları kullanmaya başladıkça değişecekler...

Hayat mı?
Bırak ne yaparsa yapsın!

16 Ocak 2009 Cuma

Camda ki buğu

Sevgili kuzucuk;

Uzun zamandır yazmadığımı fark ettiğimden beri, içim içim, her dakika sana söyleyecek bir şeyler buluyorum. Canım kuzum, çok büyüdün ve hala seni her düşündüğümde iki kaburgam içeri doğru kıvrılıp kalbime saplanıyor.

Bu sabah aslında çok iyi bir sabah değildi. :)
Anne ve kızı tartışmalarımızı yaşarken, ‘of!’ dedim ‘of!’ işte büyüyor.
Ne kadar korkutsa, o kadar hoşuma gidiyor. Böyle sabahlarda ki; bu genelde ‘onu giymem, bunu istemem, kreşi hiç sevmem’ lerle başlıyor, işte tam da o an içim yumuşuyor ve o; en seni sıkan öpücüklerimi o zaman veriyorum. Sıkı, içten, sıcak ve hüzün dolu. Arabaya binip küçük küçük bacaklarınla koltuğuna çıkarken, aynadan bana hala söyleniyordun.
Artık zamanı gelmişti, avazım çıktığı kadar bağırdım; evet! sana!
’YETEEER!’ ‘Direksiyonu bırakıp ayakkabı mı bağlayayım?’
Sustun. Belki de sabah olup uyandığını fark ettin, ama sustun.
Kreşine gelene kadar hiç konuşmadın. Seni indirmek için, indim, arka kapıyı açtım ve orada öylece uykuya dalacak gibi duruyordun.
’Ne düşünüyor acaba?’ dedim içimden ve akşam bu saate kadar da bunu düşündüm; camdan dışarıya bakıp, küçük kalbin ve beyninle neler düşündün?

Kendimi hatırlattı bu bana; küçücüklüğümü, annemle kavgalarımızı. En güzel zamanlardı. Bunu şimdi 30 yaşımda anlıyorum; o kadar değerli ve güzellerdi ki. Şu anda bu yazıyı yazıyor olmamı işte tam da senin suskun ve (benimse) ne düşünüyor acaba dediğim zamanlara borçluyum.
O yalnız hissettiğim, o hayatı sorguladığım ve anne olmanın ne garip olduğunu düşündüğüm zamanlar olmasaydı, belki de bu saate kadar 5 yaşındaki kızımı ve 30 yaşında ki anneliğimi düşünüyor olmayacaktım.

İşte, kuzucum, tam da bu yüzden kafandaki o minik düşüncelere asla izin verme, asla kendinden uzaklaştırma. Bırak seni alıp götürsünler; yeri geldiğinde ağlatsınlar, yeri geldiğinde müzikle ya da kalem ve kâğıtla metinlere dökülsünler. Hiç bilmediğim ve deli gibi merak ettiğim düşüncelerin, okuluna gelene kadar, o camın buğusuna minik parmaklarınla kalp resmi çizdirsinler.

Benim annem demişti: ‘git odana, biraz düşün’.
Çok düşündüm anne; ama yetmedi. Biraz daha vakit var, hala düşünüyorum.
O camda ki buğuya kalp çizerek.

İkinizi de çok seviyorum.
Canım annem, canım kızım!

16ocak2009