21 Ekim 2008 Salı

Derinime,

Uykunun belki en güzel yerinde, kulağıma fısıldayan huzur dolu minik bir sesle uyandım: ‘anne, annee’. Gözlerimi açmadan, içime öyle bir huzur doldu ki; gülümsedim. ‘Efendim?’. Kuzu bir şekilde uyanmış, aklından kim bilir neler geçerek, sonunda dayanamamış ve benim yanıma sokulmuştu; ‘anne, hani babam bana söz vermişti, bu gece benimle yatacaktı?’ Gözleri kocaman kocaman bana bakıyordu; sanki hiç uyumamış, saat sabahın 5’i değildi. Onu o derin uykusundan uyandırıp yanıma getiren güç, bana da ‘hadi bakalım’ dedi ve kalktım. Babasına gittim, dürttüm. Aynı kocaman gözlerle ona bakarak ‘hani?’ dedim... O güç babamıza gelmedi! Sürünerek, kızını da alıp gitti.

Öylece birbirlerine sarılmış yatarken, içim içimden çıkacak gibi titredi.
Bu huzurlu ortamdan çekilmeye karar verip, hafif aydınlanmakta olan bahçeyi duydum. Hani bir anda kuşların ötmeye başladığı, havanın tam aydınlanmakta olduğu zamanı yakalamıştım. Mutfak penceresinden dışarıyı izlerken, bir anda bir şey oldu; o hava içime doldu, ‘mutluluk ve huzur’ dedim.
Bu manzaranın bana hatırlattığı bir şey vardı: unuttuğum fakat asla da içimden çıkaramadığım bir duygu.

İlkokul yıllarımdı; uykunun en derin olduğu bu saatlerde uyanmanın
en muhteşem zamanı, yılda bir kez gelirdi o zamanlar herkesin başına.
Babam sabah henüz kuşlar ötmeden biraz önce uyandırır; ‘hadi bakalım yola çıkıyoruz’. Evet, tatile gitme sabahı bu. Yataktan fırlar, şortumu giyer ama üzerime mutlaka kalın bir şey alır (Afyon buz gibi olur diye) ve babamın afyona kadar uykuma devam etmem için hazırladığı arka koltuktaki yerime yerleşirdim. Sabahın bu zamanı çoktandır unuttuğum bu duygumu hatırlatmıştı bana. O kuş sesleri meğer ne kadarda mutlu edermiş beni.

Bir sigara yaktım ve o sabahlarımızı düşündüm. Kısık sesle konuşan ve
acele acele toparlanan annemle babamı; annemin omzunda hırkası,
babamın elinde çay bardağı, piknik sepetine koyduğu kaşık-çatal seslerini...
Afyona gelmeden acıkanlar için salatalık-domates ve sandviç, peçete içindeki tuz, el bezi ve bardak. :)

Şimdi sabahın bu saatinde, elime kâğıt kalemi alıp, yazmamın sebebine geliyorum.

Daha çok yeni anne ve babalara;

Unutmayın ki, sizin için olağan herhangi bir gün, ileride -çocuğunuz 30 yaşına gelse bile- gözlerini dolduracak bir anı beynine yazıyoruz.
Onlara yaşattığımız her an ile ileride hafızasından asla silinmeyecek bir mutluluğu veya öfkeyi miras bırakıyoruz; tıpkı kuş sesleri gibi, tıpkı benim babamın çay bardağı gibi.
Tek mirasım anılarım. Aileme teşekkürler!

Sizede Iyi sabahlar

Fersun’un yaşlı kızı

Biraz önce düşündüm de: ne zaman ögrendik bu kadar acı çekmeyi?
Sanki yıllardır işkenceye maruz kalmışız. Öyle bir ağlamak, öyle bir kendimizden geçesimiz oluyor ki bazen. ‘Tut kendini, fırlat aşağı’ diyor şu yürek.
’Yok!’ diyor ‘yaşayamam herhalde artık, hiç kimseleri çekemem’.
Başına bir kötülük gelmesine bile gerek yok. Hele bu aralar, kaldırımda bir kedi bile görsem, ağlayasım geliyor. Sevdiğim tüm insanları düşünüyorum sürekli; ya birine bir şey olursa? Kimseyi göz görmüyor, sokak ortasında bile, meraklı ve
kınayan gözlere aldırmadan, hüngür hüngür ağlayabiliyoruz. Duyarlı bazı vatandaşlarımız yaklaşıp, ‘aman efendim nedir? Hayırdır?’ dediğinde; gerçek nedeni söylemeye dilim varmıyor. ‘Şu kedi var ya, ona yazık işte...’ ‘ühühühühhüü’.
Herhalde, ‘allah belanı vermesin, bu kadar işin güçün arasında nedir bu’ diye söylenip gittiğini görür gibiyim. Susmakta fayda var. Mendili alıp koşarak uzaklasmak en güzeli. Halbuki ne kadar da güzel ağaçlar bu ara, hafif hafif esen rüzgar, kalabalık sokaklar. Yaz geliyor; kıyafetler...
En sevdiğim zamanlar.

Acının azı çogu, küçüğü büyüğü var mıdır ki; seninki ve benimkinin dışında.
Bir telefonla, daldaki yaprak bile çok değerli geldi bugün bana.
Suzi; yaşlı kız, dostlarımın en sadık köpeği, bir iki gün önce hastalanmıs ve dün aksam aramızdan ayrılmış. İş yerinde telefonu kapadım ve öyle bi düğümlendi ki her şey; sapasağlam, duygusuz ben terasa zor attım kendimi. Uzun uzun gök ile yerin birleştiği noktaya baktım. Aklımda ki tek soru: ‘Acının küçüğü büyüğü olur mu?’
Canım, gri, yaşlı kız; oğlumun ilk aşkı. İçimdesin. Gözlerimin önündesin.
Tek diyebileceğim: yüreğime dokunabilmişsin. Gittiğin yerde aynı sevecenliği bulacağına eminim. Buradan çok iyi bi yerdir, eminim; çünkü kızım, senin yuvanın dışında hayvan sevgisi nedir daha bilmeyen bir sürü insan var.
Hepsi sizinkilere benzemiyor, hepsi bizimkilere benzemiyor.
Aynı acımasızlıkla, kötü davrandıkları hayvanların nefes aldıklarını, bir anneden ve babadan doğmuş olduklarını bilmeyenler var. Gittiğin yer, senin değerini bilenlerin yeri olacak canım kızım; çünkü orada göreceğin canlıların hepsi, bu dünyanın sonunda, yaratılan her canlının gideceği yerin aynı olacağını görmüş ve anlamış olacak. Seni çok sevdim; bunu inkâr edemezsin.
Güle güle, Fersun’un yaşlı kızı.
Suzi.
Bizi unutma!

özlem ereker