24 Aralık 2008 Çarşamba

Ankara’ya bir kar yağdı içim ısındı.


Sabah oldu kara uyandım. Niyetliydim zaten aksamdan; uyandım, koştum baktım, direk içim ısındı. Çam ağacının ışıkları, gökyüzünün karanlığı ve karın aydınlığı…

Havaalanından yabancı bir misafir almaya gider gibi geldim işe; koşa koşa ve parıldayarak. Arabaya bindim, gelene kadar sürekli gülümseyerek.
Mutlululuk, üşümekle bağlantılı olabilir mi? Bütün kirini, pasını almış atmıs, sokaklara krema dökülmüş gibi eğlene eğlene... Anlayacağınız Ankara’ya bir kar yağdı, benim de içim ısındı...

Aksam bir ara vaktiniz olursa sırtınızı kara verin derim; ohh! Şöyle yatın boylu boyunca, önce gözleriniz kapalı minik minik düşsün yüzünüze taneler, sonra açıp gözlerinizi bakın beyaz noktalara. Nasıl ısınacak içiniz görün. Sıkıntıları, pislikleri sizde gömün gitsin karın altına. Olmadı mı, bir de adam dikin üzerine; kardan olsun!

Hala mutlu eder ya beni, dilimi uzatıp yakalamak taneleri. Küçüklüğümde Hansel ile Gratel oynardım karda; oduncu babam, üvey annem vardı ve içimde kalmış olacak ki çatılarda ki bütün karları yerdim masala inat. Bilmem belki ondandır, hala krema hiç sevmem ama kar yemeye bayılırım.

Akşam vaktini bulup sokaklara atın kendinizi; bir kere de –olacaksa- bundan kirlensin paçalarınız, bir kerede eğlenmekten hasta olalım; ama bu karı kaçırmayalım.

Unutmayın!
Sırtınızı kara veriyorsunuz, gözler kapalı ve en önemlisi diller dışarda... :)

21 Ekim 2008 Salı

Derinime,

Uykunun belki en güzel yerinde, kulağıma fısıldayan huzur dolu minik bir sesle uyandım: ‘anne, annee’. Gözlerimi açmadan, içime öyle bir huzur doldu ki; gülümsedim. ‘Efendim?’. Kuzu bir şekilde uyanmış, aklından kim bilir neler geçerek, sonunda dayanamamış ve benim yanıma sokulmuştu; ‘anne, hani babam bana söz vermişti, bu gece benimle yatacaktı?’ Gözleri kocaman kocaman bana bakıyordu; sanki hiç uyumamış, saat sabahın 5’i değildi. Onu o derin uykusundan uyandırıp yanıma getiren güç, bana da ‘hadi bakalım’ dedi ve kalktım. Babasına gittim, dürttüm. Aynı kocaman gözlerle ona bakarak ‘hani?’ dedim... O güç babamıza gelmedi! Sürünerek, kızını da alıp gitti.

Öylece birbirlerine sarılmış yatarken, içim içimden çıkacak gibi titredi.
Bu huzurlu ortamdan çekilmeye karar verip, hafif aydınlanmakta olan bahçeyi duydum. Hani bir anda kuşların ötmeye başladığı, havanın tam aydınlanmakta olduğu zamanı yakalamıştım. Mutfak penceresinden dışarıyı izlerken, bir anda bir şey oldu; o hava içime doldu, ‘mutluluk ve huzur’ dedim.
Bu manzaranın bana hatırlattığı bir şey vardı: unuttuğum fakat asla da içimden çıkaramadığım bir duygu.

İlkokul yıllarımdı; uykunun en derin olduğu bu saatlerde uyanmanın
en muhteşem zamanı, yılda bir kez gelirdi o zamanlar herkesin başına.
Babam sabah henüz kuşlar ötmeden biraz önce uyandırır; ‘hadi bakalım yola çıkıyoruz’. Evet, tatile gitme sabahı bu. Yataktan fırlar, şortumu giyer ama üzerime mutlaka kalın bir şey alır (Afyon buz gibi olur diye) ve babamın afyona kadar uykuma devam etmem için hazırladığı arka koltuktaki yerime yerleşirdim. Sabahın bu zamanı çoktandır unuttuğum bu duygumu hatırlatmıştı bana. O kuş sesleri meğer ne kadarda mutlu edermiş beni.

Bir sigara yaktım ve o sabahlarımızı düşündüm. Kısık sesle konuşan ve
acele acele toparlanan annemle babamı; annemin omzunda hırkası,
babamın elinde çay bardağı, piknik sepetine koyduğu kaşık-çatal seslerini...
Afyona gelmeden acıkanlar için salatalık-domates ve sandviç, peçete içindeki tuz, el bezi ve bardak. :)

Şimdi sabahın bu saatinde, elime kâğıt kalemi alıp, yazmamın sebebine geliyorum.

Daha çok yeni anne ve babalara;

Unutmayın ki, sizin için olağan herhangi bir gün, ileride -çocuğunuz 30 yaşına gelse bile- gözlerini dolduracak bir anı beynine yazıyoruz.
Onlara yaşattığımız her an ile ileride hafızasından asla silinmeyecek bir mutluluğu veya öfkeyi miras bırakıyoruz; tıpkı kuş sesleri gibi, tıpkı benim babamın çay bardağı gibi.
Tek mirasım anılarım. Aileme teşekkürler!

Sizede Iyi sabahlar

Fersun’un yaşlı kızı

Biraz önce düşündüm de: ne zaman ögrendik bu kadar acı çekmeyi?
Sanki yıllardır işkenceye maruz kalmışız. Öyle bir ağlamak, öyle bir kendimizden geçesimiz oluyor ki bazen. ‘Tut kendini, fırlat aşağı’ diyor şu yürek.
’Yok!’ diyor ‘yaşayamam herhalde artık, hiç kimseleri çekemem’.
Başına bir kötülük gelmesine bile gerek yok. Hele bu aralar, kaldırımda bir kedi bile görsem, ağlayasım geliyor. Sevdiğim tüm insanları düşünüyorum sürekli; ya birine bir şey olursa? Kimseyi göz görmüyor, sokak ortasında bile, meraklı ve
kınayan gözlere aldırmadan, hüngür hüngür ağlayabiliyoruz. Duyarlı bazı vatandaşlarımız yaklaşıp, ‘aman efendim nedir? Hayırdır?’ dediğinde; gerçek nedeni söylemeye dilim varmıyor. ‘Şu kedi var ya, ona yazık işte...’ ‘ühühühühhüü’.
Herhalde, ‘allah belanı vermesin, bu kadar işin güçün arasında nedir bu’ diye söylenip gittiğini görür gibiyim. Susmakta fayda var. Mendili alıp koşarak uzaklasmak en güzeli. Halbuki ne kadar da güzel ağaçlar bu ara, hafif hafif esen rüzgar, kalabalık sokaklar. Yaz geliyor; kıyafetler...
En sevdiğim zamanlar.

Acının azı çogu, küçüğü büyüğü var mıdır ki; seninki ve benimkinin dışında.
Bir telefonla, daldaki yaprak bile çok değerli geldi bugün bana.
Suzi; yaşlı kız, dostlarımın en sadık köpeği, bir iki gün önce hastalanmıs ve dün aksam aramızdan ayrılmış. İş yerinde telefonu kapadım ve öyle bi düğümlendi ki her şey; sapasağlam, duygusuz ben terasa zor attım kendimi. Uzun uzun gök ile yerin birleştiği noktaya baktım. Aklımda ki tek soru: ‘Acının küçüğü büyüğü olur mu?’
Canım, gri, yaşlı kız; oğlumun ilk aşkı. İçimdesin. Gözlerimin önündesin.
Tek diyebileceğim: yüreğime dokunabilmişsin. Gittiğin yerde aynı sevecenliği bulacağına eminim. Buradan çok iyi bi yerdir, eminim; çünkü kızım, senin yuvanın dışında hayvan sevgisi nedir daha bilmeyen bir sürü insan var.
Hepsi sizinkilere benzemiyor, hepsi bizimkilere benzemiyor.
Aynı acımasızlıkla, kötü davrandıkları hayvanların nefes aldıklarını, bir anneden ve babadan doğmuş olduklarını bilmeyenler var. Gittiğin yer, senin değerini bilenlerin yeri olacak canım kızım; çünkü orada göreceğin canlıların hepsi, bu dünyanın sonunda, yaratılan her canlının gideceği yerin aynı olacağını görmüş ve anlamış olacak. Seni çok sevdim; bunu inkâr edemezsin.
Güle güle, Fersun’un yaşlı kızı.
Suzi.
Bizi unutma!

özlem ereker

6 Haziran 2008 Cuma

Bu sabah

Bu sabah, insanların bazen at gözlüklerine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Hani günaydın diyip gerisinin gelmediği ve gelemeyeceğini bildiğimiz zamanlar için. Birde yanında kulak tıpası hediye edilenlerden, yolculuk göz bantları gibi hani şu uçaklarda verilen, belki birde boynuna ‘şu anda burada değilim’ tabelası da asılabilir; olmak zorunda olunan yerler için.
’Bedenime sahip olabilirsiniz ama ruhuma asla’ gibi. Telesekretere not bırakılan cep telefonlarından sahip olmak; ‘şu an varlığımla olmak zorundayım ama size cevap vermiyorum’ repliğinin döndüğü.

Bazen sessiz kalmalı hayatta; at gözlüklerini takıp, kulaklarımızı kapatıp, içimizdeki o yabancı birini yakalamak için. Herhangi bir yerde yalnızken -kendinden başka sesin çıkmayacağından emin olduğun bir yerde- bir ses duyunca, nefes bile almaz ya insan, gelecek sesi duymak için köşeye siner ve gözlerini bir noktaya dikip bir karıncayı bile duyacak kadar dikkat kesilir.
İşte öyle...

At gözlüklerimi takasım var bugün.
Sessizliğimde, içimdeki bir sesi duymak için.

Bugün 6 Mayıs ve sensiz belki 8. belki 9.senem.
Bugün, senden bir ses duyasım var, içimde.
Bugün, sensizliğin üstesinden gelemeyesim var.
Bugün, gözlerimi kapatıp, dinleyesim var.
Her sessizliğin içindeki tıkırtıyı sen sanasım var.
Bugün, özlemimden çok kırgınlığım var; herkese, her şeye...

Bugün, herkese küsesim var.
6 Mayıs 2008
(sensiz geçen 8 seneye)

28 Nisan 2008 Pazartesi

Karınca ve Dev

En huzurlu anlarımda gelir çatar hüzünlerim; kapı arasından bakan cezalı çocuklar gibi.

Unutmak istediğim bir kaç kelimem dizili dururken, zorla itip dışarı kendimi
derin derin nefes aldım. Oksijeni ve leylak kokusunu olduğu gibi içime çektim.
Kuzunun elinden tuttum ve ‘seni seviyorum anneciğim işte bak bunun kadar’ dedim,
elimle küçük bir karıncayı göstererek; ne önemi var ki ne gösterdiğimin.

Küçücük ellerin avucumun içinde sıcacık dururken, işte dedim nefes almaya bile ihtiyacımız yok bazen, o kadar az mutlu oluyoruz ki hayatta.
Bu anı değerlendirmek gerek bazen diyerek yürüdük derinle; ottan, böcekten, taksici amcanın saçlarına kadar önemli her şeyi konuştuk, meseleleri çözdük ve en sevdiğimiz Pınar öğretmene ulaştık.

Kızımı tüm huzurumla teslim ettim. İçim içim mutluluğumla bindim işime geldim.
Hava da o kadar missss ki...

Hayatımı düşünecek bile vakit bırakmadan işime koyuldum.
Bir ara birden bire aniden bir yağmur başladı, deli gibi yağdı; öfkesini damlalarla değil gökyüzünün rengini alarak çıkarır gibi.

Sandalyemden, arkama, gökyüzüne bakmaya döndüm; içimdeki ışığa, yüzümdeki mutsuzluğa, o harika günü bitiren yağmura. Sen geldin aklıma! Anne!

Sana söylediklerim ve bana söylediklerin geldi aklıma. Ne seni ben,
ne de beni sen affedebilirsin. Hem affetsen bile ne olur. Affetsem bile hiç bir önemi yok ki. Karınca yerine kocaman bir dev gösterdiğini düşündüm bana; baktım boyuna cüssesine bana mısın demedi, sabah ki karıncamı geçemedi.

’Anne’ dedim bir beden mi acaba kendime gülerek. Sadece bedenini alsam şimdi koklasam koklasam öpsem ellerini. Özür dilememe bile gerek kalmasa öyle kendi içimden geldiği gibi sevsem seni. Ve sen sadece baksan gözlerimin içine; ‘amaannn Özlem’ desen sadece. Öyle kalıp konuşsak eskilerden, küçüklüğümüzden; doğduğumuz zamanı anlatsan, gülsek geçsek üzerinden. ‘Hadi anne’ desem ‘hadi, ben geç kaldım, gitmem gerek’, desen ki ‘yine gel! özlerim ben seni...’
’Aman anne’ desem ‘her gün geliyorum işte!’.

Ne komik olurdu değil mi? Şimdi iki adım uzağımda ne çok özledim bedenini!

Aman! Yağmur nerden yağdın ki şimdi; güneş açtı kuruttu gitti izlerini!

28042008

7 Şubat 2008 Perşembe

Sabah Güneşi

Bugün sabahın güneşi, ne kadar giriyorsa gözüme
Dünkünden hiç bir farkı yoktu.
Dün aldığım nefes ne kadar yakıyorsa içimi, bu sabahkinden –yine- hiç bir farkı yoktu.

Yaşadığım, yaşayamadığım ne kadar hüzün, sevinç, keder, kader; ne varsa şu hayatta hepsi hala aynı belki de.

Bu sabahın; dünden, bir önce ki günden, yarından belki hiç bir farkı yok bizim için, benim için.

Ya, senin? Yanındakinin?
Ya senin bir tek gülümsene bakıyorsa yaşam!
Ya senin bir gözyaşınla kararıyorsa hayat!

Ya yarın; daha faza güneş, daha yakıcı bir nefes, daha fazla hüzün buluverirse seni.

BUGÜNE, TEKRAR DÖNÜP, BİR BAK!
BUGÜN, YANINDAKİ HERKESE BİR DAHA BAK!

Ve ben!
Bugün, 7 Şubat 2008. 34 sene öncesine geri dönüp baktığımda, tüm kalbimle, sana ‘iyi ki doğdun’ diyorum.

Seni içinde yaşatan, unutmayan, unutup ta hatırlayan herkese…

KARDEŞİN; özlem
( Seni çok özledim )